9 Ocak 2012 Pazartesi

Bodrum'dan Sakız Adası'na

Bodrum'daki evimizin balkon penceresine astığım Sakız Ağacı duvar süsü

Kasım ayının son hafta sonu yakın çevremizdeki Yunan Adaları'ndan Sakız'a gitmek için yola çıktık. Bodrum'dan başlayan ve Güvercinlik, Milas, Bafa Gölü, Söke, Aydın Otoyolu, İzmir'le devam ederek Çeşme'de son bulan bu yol Türkiye'nin en güzel yol güzergâhlarından birisidir. Hele bir de evden çıkmadan önce dinleyeceğiniz müzikleri doğru seçmişseniz... Daha iyi bir meditasyon düşünemiyorum. Bafa Gölü'ne gelmeden önce her zaman yaptığımız gibi Pınarcık köyünde odun ateşinde gözleme pişiren yerlerden birine uğradık ve onların ikramı olan domates, zeytin ile beraber otlu gözlememizi yedik, çayımızı içtik. Hiçbir konfora sahip olmayan, kamyoncuların uğrak yeri olan bu salaş mekânın neden bizim için bu kadar cazip olduğunu yol boyunca konuşacaktık. Siz de eğer seyahat etmeyi seviyorsanız bunu biliyorsunuzdur mutlaka fakat söylemeden geçemeyeceğim: Bir yerde kamyoncular mola veriyorsa orada yemek ve çay molası vermekte tereddüt etmeyin.

Bu küçük moladan sonra yolculuğumuz arka fonda Bafa Gölü'nün şiirsel güzelliği ve kıyılarda kendine besin arayan yabani kuşlar, yol kenarlarında açmış çiçekler, ağaçların pek çoğunda kahverengiden sarıya dönmüş ve kimisi çoktan yerlere dökülmüş yapraklar eşliğinde sürdü. Önce İzmir ve sonra Çeşme’ye vardık. Çeşme otobanında kimsecikler yoktu. Alaçatı yakınlarında, rüzgâr gücüyle enerji üreten onlarca belki de yüze yakın sayıdaki modern yel değirmenleri dikkat çekiciydi. 

Feribot biletimiz ve onların anlaşmalı olduğu Sakız'daki bir otelde 1 gecelik oda kahvaltı konaklama kişi başı 55 Euro tuttu. Feribota binmeden önce arabamızı limanın girişinde bir yere -hiç sıkıntı yaşamadan ve kolayca yer bularak- park ettik. Limanda gayet düzenli, güzel bir binada pasaport kontrolünden geçtik. Feribota bindiğimizde saat 18:00 olmuştu bile. Sakız Adası'na varış 45 dakika sürdü. Feribottan otele gitmek için bir taksi tutmak gerekiyordu ve tam biz limandan ayrılmak üzereyken aynı feribotla adaya geldiğimiz bir çift, birlikte taksi tutmayı, nasıl olsa aynı yere gideceğimizi söyleyince kabul ettik ve taksiye bindik. Takside sohbetimiz sırasında bizim Sakız Adası'nda pek bir yer bilmediğimizi öğrendiklerinde bize akşam yemeğini beraber yememizi çünkü gidilecek iyi yerler bildiklerini söylediler. Bu sempatik karı kocanın önerisine hayır demedik.

Sakız Adası'ndaki otelimizin kahvaltı salonundan dışarıya bakış

Otele vardığımızda doğrusu biraz endişeliydim, görmeden bilmeden bir otelden rezervasyon yapmak pek tercih ettiğim bir şey olmadığı için beğenip beğenmeyeceğimizden emin değildim. Fakat oteli beğendik. Odaları temiz, ferah ve sıcak ayrıca deniz manzaralı idi. Bir çırpıda akşam yemeği için hazırlanıp yeni tanıştığımız dostlarımızla lobide buluştuk. Araba kiralama işini de bu arada hallettik ve ayrı ayrı arabalarımızla değil de tek araba ile beraber gitmeye karar verdik. Unutmadan belirtmeliyim ki otelin lobisinde olsun, limandaki masalarda olsun Türkçe broşürler ağırlıkta idi. Kış aylarında bomboş olan bu adaya Türk turistlerin ziyaretinin epey bir hareket ve canlılık getirdiği aşikârdı.   


Sakızlı fıstık reçeli - Sakız Adası'nda kaldığımız otelin kahvaltısından



Yeni tanıştığımız çift bizi tanıyıp bildikleri bir restorana götüreceklerini söylemişlerdi, doğrusu biz de sevinerek kabul etmiştik çünkü Yunanistan'da araba kullanarak veya haritaya bakarak yemek yiyecek bir yer arıyorsanız işiniz çok zor. Yollar çoğunlukla tek yönlü, çok dar ve park yeri sorunu var. Üstelik o adada sadece bir akşam yemeği için vaktiniz varsa rast gele bir yer bulup yemek yemek için girdiğinizde eğer bu bir hayal kırıklığıysa yemek faslı bir felakete dönüşebiliyor, tecrübeyle sabittir.

Direksiyonda ve ön koltukta yeni tanıştığımız dostlarımız, akşam yemeği için yola çıktığımızda yer bulmak konusunda bir sorun yaşamayacağımız için sevinçli idim. Fakat meydanda bir kaç tur atıp aynı sokaklardan tekrar geçmeye başladığımızda onlar da zaten birbirlerine sormaya başlamışlardı: "Hayatım, buradaydı nereye gitti geçen sefer geldiğimiz o yer?".

Neyse epey bir “yok oradaydı yok şuradaydı” muhabbetinden sonra otelin bize verdiği broşürdeki yere gitmenin en akıllıca iş olduğuna karar verdik ve hiç değilse haritada yeri belli olan o yere gitmeye karar verdik. Gidebildik de. Deniz kıyısında, harika bir yerdi burası fakat bizden başka hiç kimse yoktu. Bilirsiniz bizde bir restoranda kimsecikler yoksa genellikle orada yemekler ya bayattır veya hazırlanması çok uzun sürer. İşte bu yüzden önce tereddüt etmemize rağmen, zor bela geldiğimiz bu yerde o saatten sonra akşam yemeğimizi yemekten başka yapacak bir şey yoktu. Deniz ürünleri ağırlıklı akşam yemeğimiz beklenmedik derecede çabuk hazırlanarak çok güzel bir servisle önümüze geldi.  Fiyatlar gayet makuldü. Her şey taze ve lezzetine diyecek yoktu. Uzolarımızı keyifle yudumlarken sohbet edecek o kadar çok şey vardı ki, geceye bir tavernada devam edelim dedik. Yeni tanıştığımız bu çift eğlenceli ve samimi insanlardı ve sık sık buraya sadece yemek yemek ve tavernalara gitmek için geliyorlardı.

Bu kez daha önce gittikleri o tavernayı bulabildik ve içeri girdik. Türkçe konuşan garsonlar, çalınan Türkçe şarkılar ve her şey çok güzeldi. Biz Yunanistan seyahatlerimizde neden daha önce hiç bir tavernaya gitmediğimizi birbirimize sorduk. Otele döndüğümüzde böyle güzel bir gece geçirdiğimiz için mutluyduk. Dostlarımızdan ayrılıp penceresinden karşı kıyıdaki Çeşme'nin ışıklarının görüldüğü otel odamıza döndüğümüzde dalga sesleri ninni gibi geldi.

Sabah otelin kahvaltı salonuna indiğimizde gözlerimiz dostlarımız aradı fakat sabah çok erkenden adayı gezmek için otelden ayrılmışlar ve bize iletilmesi için lobiye bıraktıkları notta iletişim bilgilerini yazmışlardı.

Sakızlı reçelleri, zeytinleri ve peynirleri, taze domatesten kurutulmuş domatese kadar her şeyiyle otelin kahvaltısı bir harikaydı. En çok sakızlı fıstık reçelini beğendik. Sonra biz de kiraladığımız arabayla adayı gezmek için yola koyulduk. Gitmek istediğimiz yerleri bir güne sığdırabileceğimiz şekilde Sakız Köyleri ve Nea Moni olarak belirledikten sonra hediye almak için şehir merkezine indik.

Yurtdışı seyahatlerinin en sevdiğim kısmı bu hediye almak işidir. Sevdiğim kişilere göre tek tek hediye seçmek için saatlerimi seve seve harcayabilirim. Sahilde bir yerde çok güzel bir hediye mağazası bulduk, bu mağazaya bayıldık ve "neden Bodrum'da böyle hediye mağazaları yok?" diye hayıflandık. Her şey sakızdan yapılmıştı; kozmetikler, reçeller, şampuanlar, lokumlar, sabunlar, kahveler ve daha neler neler... Her şeyin sakızdan yapılması, içine bir parça -adada doğal olarak yetişen sakız ağacından elde edilen bir madde olan- sakız konulması demek oluyor.

Sakız Adası küçük bir ada değil. Oldukça dağlık ve virajlı olan Nea Moni manastırı yolunda ikide bir karşımıza çıkan keçilere hayran olduk. Postlarının değişik tonlarda renkleri vardı, çeşitliliği şaşırtıcıydı. Bizi hayal kırıklığına uğratan şey ise "Sakız Evi" mimarisinin artık sadece bir efsaneden ibaret olduğuna tanık olmak oldu. Bu adada tek bir tane bile Sakız Evi mimarisine uyan eve rastlamadık. Betonlaşmaya dayalı kentleşme almış başını yürümüş burada. Anneme götürmek üzere bir sakız sardunyası dalı bulamamak ise tamamen benim kusurum. Bir dahaki sefere ilk işim bu olacak.

Nea Moni manastırı etkileyici bir yer. Civarındaki terk edilmiş evleriyle, taş yapıları ve her an bir yerden bir fısıltı duyacakmışsınız gibi hissettiğiniz atmosferiyle sizi kuşatıyor. Ayrılmak istemiyorsunuz oradan.

Nea Moni'den ayrılıp Sakız Köyleri'ne doğru yola koyulmadan önce bu köylerin kaç km. uzaklıkta olduğunu ve feribota yetişebilmemiz için ne kadar süremiz kaldığını çoktan hesaplamıştık. Yol boyunca kümelenmiş sakız ağaçlarından, dallarında siyah tanecikleriyle zeytin ağaçlarından, sarıya dönmüş yapraklarının yarısını dökmüş incir ağaçlarından gözlerimi ayıramadım. Sadece güzel değil, etkileyici de bir doğası vardı Sakız Adası kırlarının.

Sakız Köyleri; labirenti andıran dar sokakları, bozulmamış Ortaçağ mimarisiyle kesinlikle görülmeye değer yerler. Ne yazık ki çok vaktimiz kalmadığından şöylece bir görüp feribota yetişmek üzere oradan ayrıldık. Feribota bindiğimizde şu kısacık iki günde düşüncelerimizi epey meşgul edecek kadar çok şey görmüş ve öğrenmiştik.

Dönüş yolu tıpkı geliş yolu kadar büyüleyici ve Bodrum dönmek için can atılacak kadar özlenen bir yerdi.

7 Ocak 2012 Cumartesi

Yeni bir yıl... Gerçekten ne kadar "yeni"?

Yılbaşı ve Noel'de ağaç süslemek kökeni çok eski bir gelenek 

Bugün 7 Ocak ve ben sadece 7 gündür içinde bulunduğumuz bu henüz daha yepyeni sayılan yılın ne kadar "yeni" olduğunu sorgulayıp duruyorum kendimce. Pek kimseyle paylaşmadan. Burası sayılmaz. Çünkü burada paylaştığım şeyleri okuyan kişi kendi isteğiyle bu satırları okuduğu için kendi tercihidir okuyup okumamak. Oysa hasbelkader yanımda bulunan birisiyle onun belki de saçma bulacağı düşüncelerimi paylaştığımda o kişinin zamanını işgal etmek istemem. Belki de o bu yılın yepyeni ve tüm hayallerini karşılayacak bir yıl olduğuna gerçekten inanıyordur. Kimsenin umutlarını kırmak ve beklentilerini boşa çıkarmak istemem. Tam tersine hepimizin umutları olsun ve imkansız bile görünse beklentilerimizden vazgeçmeyelim isterim.

Yeni yıl ve Noel Ağacı süsleri


Mesele şu ki, gelmekte olan, halihazırda gelmiş bulunan 2012 yılı yeni midir? Değil midir?

Zaman bitip başlayan bir şey midir ki 31 Aralık'ta son bulup 1 Ocak'ta yeniden başlasın? Ayrıca biz zamanı saymaya 2012 yıl önce saymaya başladık diye zaman o zaman mı başladı? Hayır.

O zaman "yeni" yıl, "yeni" hafta, "yeni" bir gün gibi kavramlar bizim algıladığımız gibi "yeni" olan şeyler değildirler.

Sadece bize yeniden başlama, yeniden düşünme ve yeniden güzel şeyler yaratma şansı verdikleri için "yeni"dirler.

O zaman "yeni" yılımız kutlu olsun!