Bundan 15 yıl kadar önceydi sanırım. O zaman da şimdi olduğu gibi benim için yaz günlerinin en güzel eylemi kumsalda güneşlenmek ve denize girmekti. İnsanı canlandırıp yeniden doğmuş gibi arındıran serin Ortakent denizinin billur gibi temiz denizinde yüzüp çıktıktan sonra nefes nefese kendimi kumların üzerindeki havluma attığımda burnuma gelen güzel ve ferahlatıcı kokunun etraftaki birilerinin parfümü olduğunu sandım önce. Fakat diğer günlerde de bu kokuyu sık sık fark ettiğimde “Allah Allah, kimden geliyor bu güzel koku?” diye epey bir zaman merak ettim. Hatta kendime parfüm almak için bir mağazaya girdiğimde bu kokuyu tezgâhtar kıza tarif edemeyip bulabilmek için her bir markanın ürünlerini tek tek denemeye kalkmışlığım vardır o günlerde.
Bir gün yine -Ortakent kumsalının devamı olan- Kargı sahilinde tek başıma güneşlenirken, güneşin ışınlarını iliklerime kadar hissedip gözlerim yarı aralık uyumakla uyanık kalmak arasında mest, bir kaç dakika önce okumakta olduğum kitabım bir yana devrilmiş, düşüncelerim bir oraya bir buraya savrulurken birden bir rüzgârın hafif esintisiyle aynı koku burnuma geldi. İşte o zaman bu kokunun birisinden gelen bir parfüm kokusu olamayacağını anladım. Çünkü etrafta benden başka kimseler yoktu, ekim ayının ortalarında yaşanan sarı yaz günlerinden biriydi. Gözlerimi açmaya ve yerimden kıpırdamaya erinerek o vaziyette düşünmeye başladım. İyi ama o zaman nerden geliyordu bu güzel koku? Üstelik bir gelip bir giden, duymak istediğimde değil ansızın en ummadığım bir zamanda ama sadece burada, Ortakent - Kargı kumsalında burnuma gelen bu eşi benzeri olmayan koku neydi? Yoksa az önce yarı dalmışken rüyamda gördüğüm rahmetli babaannem kendisinin iyi ve huzurlu olduğunu anlatmak için bana cennetten mi gönderiyordu bu kokuyu? Yada bana yaptığım iyi şeyler için teşekkür mü ediyordu, kim bilir? Bu koku bir ödül müydü bana? Cennetin kokusu muydu?
Bu düşüncelerime kendim bile güldüm ve içimden “hadi canım,sen de artık iyice saçmalamaya başladın” deyip yerimde doğrularak gözlerimi açtım ve etrafıma şöyle bir bakındım. Bir de ne göreyim, kumsalın tam ortasında havlumu serdiğim yerin yarım metre ilerisinde yeşil uzun yapraklarının arasından hafifçe boynu bükük ama kocaman görünen bembeyaz bir zambak çiçeği! Daha önce hiç görmediğim, gördüysem de fark etmediğim bir çiçek. Şaka gibi, sanki kumların ortasına dekoratif amaçla konulmuş gibi duruyor.Bir zambak olup olmadığını bilmem mümkün değil, bildiğimiz zambaklara da pek benzemiyor ama insan bu çiçeğe ancak zambak diyebilir, başka bir isim değil.
Dokunmaya bile kıyamayıp kokladım ve kokunun kesinlikle ona ait olduğundan emin oldum. Etrafta sağda solda kumların arasında pek çok olduklarını gördüğümde sesli olarak gülmeye başladığımı hatırlıyorum. “Nerden çıktınız siz böyle, ne güzel şeylersiniz” diye kendi kendime söylenerek bu güzel karşılaşmanın ve kumsaldaki beraberliğimizin tadını çıkarmak üzere yeniden kumlara uzandım. Tıpkı bir meditasyondaymışım gibi derin nefes alışlarımla onların sadece kokularını değil güzelliğini ve varlıklarıyla bana verdikleri sevinci içime çektim.
Hüzün sarılarının etrafta ışıdığı bir sonbahar günü kafamda bin bir düşünce, kumsalda tek başıma güneşlenirken aniden fark ettiğim varlıklarıyla bana neşe katan, kendiliğinden orada bitivermiş ve günümü güzel kılan bu çiçekleri çok sevdim. Sonraki günlerde ta kasım başına kadar her kumsala inişimde havlumu bir kum zambağı öbeğinin yanına serdim ve sadece koklayarak değil o nazenin ve kırılgan hallerini, rüzgârda salınışlarını seyrederek kafamdaki bin bir türlü olumsuzluğun hoşgörüye dönüştüğü çok güzel saatler geçirdim.
Derken kış geldi ve artık kumsala pek inmez oldum. Yaz yeniden geldiğinde ise kumsala inmek için ayıracak vaktimin olmadığı zamanlardaydım. Bu böyle 15 yıla yakın bir süre devam etti ve ben onları unuttum, gitti.
Bu yazın son günleri hatta eylül ayının da sonlarıydı, o çok sevdiğim Ortakent - Kargı kumsalına yeniden döndüm sonunda ve hayatıma tekrar deniz-kumsal-güneş ritüelini sokmayı başarabildim. Kumsalda olduğum her anı büyük bir keyifle içime çekerken bir an kum zambaklarını hatırlayıverdim birden ve tüm keyfim kaçtı. Nasıl olup da bunca yıl onları unuttuğuma inanamadım. Etrafıma bakındım, kalktım bir kaç metre sağa sola yürüyüp arandım fakat yoklardı, bulamadım. Sonraki günlerde de kumsala indiğimde hep gözlerim kum zambaklarını aradı. İnternette haklarında araştırmalar yaptım, resimlerine baktım. Kum zambakları hakkında okuduğum “türleri yok olmakta” ibaresi içimi yaktı. Kime kızacağımı bilemedim. Yoksa bu sahillerde artık kum zambakları açmıyor muydu? Ortakent kumsalına başka bir anlam katıyordu kum zambakları, onlardan başka hangi bitki bu kadar güzelleştirebilirdi bu sahili? Üstelik kum zambaklarının yeri yurduydu bu sahil. Onları yerinden yurdundan etmek nasıl bir zalimlikti!
Her gün sahilde uzun yürüyüşler yaparken gözlerim hep kenarlarda bir yerlerde bir kum tepesinin ardından başlarını uzatıvereceklerine inanarak etrafı tarıyordu. Fakat kumsalda güneşlenen insanlardan değil kum zambaklarını kumları bile görmek neredeyse imkânsızdı. Hatta kendini ayrıcalıklı gören bazı siteler kumun üzerine beton dökmüşler ve orayı yasalara aykırı olarak tamamen kendi bölgeleri ilan ederek kimseyi yaklaştırmıyorlardı bile.
İyi ki bu duruma içim parçalandığı için “daha uzaklara gideyim” demiş ve yarısına kadar beton dökülmüş kumsalı daha az görmek adına yürüyüş parkurumu uzatmışım. Tabii sezon da artık sona ermiş ve kimseler kalmamıştı sahillerde. Bir gün Kargı sahilinin en uzak köşelerinden birisinde bir de ne göreyim! Kum zambakları! Oradaydılar. Hemen koştum, dokunmayıp sadece kokladım ve onları uzaktan sevdim. Ertesi gün fotoğraflarını çekmek için koştum yanlarına.
Kum zambakları artık yürüyüşlerimde varlıkları ve güzel kokularıyla etrafa güzellik saçıyorlar. O kadar doğallar ki, onları fark edemeyebilirsiniz bile dikkatle bakmazsanız. Ekim sonuna kadar çiçekleri kumların üzerinde sanki dekoratif bir süsmüş gibi kalacak. Sonra vedalaşacağım onlarla, kış boyunca dinlenecekler, belki de yapraklarını bile feda edecekler bir sonraki ağustos ayında çiçek açabilmek için. Yumruları toprağın altında kendini çoğaltacak eğer birileri onları bulundukları yerde rahatsız etmezse.
Onların bu sahillerde ve hayatlarımızda hep var olmasını, denize girmek ve güneşlenmek için bu güzel kumsalın nimetlerinden faydalanan insanların üzerinde bulundukları sahilin bu güzel çiçeklerin evi olduğunu hiç unutmamasını diliyorum.
Not 1: Kum zambağı (Pancratium maritimum), nergisgiller (Amaryllidaceae) familyasına ait, kıyı kumullarında yetişen soğanlı bir bitki türü.
Çok yıllık, soğanlı, genişçe uzun şeritsi yapraklı, yaklaşık 40-45 cm boyunda, beyaz çiçekli, çiçek sayısı 3-15, koronalı, korona tepallerin 2 / 3 ü kadardır. Çiçeklenme zamanı ağustos ve ekim ayları arasındadır.
Tüm Akdeniz ülkelerinde ve Karadeniz’in güney kıyılarında yetişir. Türün nesli tehlike altındadır. Türkiye'de bulunan zambakların ülke dışına çıkarılması suçtur. Türe yönelik en önemli tehdit, kıyı bölgelerinde hızla yayılan yazlık konutlardır.
Kaynak: Vikipedia
Not 2: Kum Zambağı’nın Muğla’da halk arasındaki yöresel adı “Tantaraş”. Datça ve civarında soğanını dövüp bir beze sarıyorlar ve ağrıyan eklem veya adalenin üzerine koyarak, ayrıca romatizma tedavisinde de kullanıyorlar.
Kaynak: Prof. Dr. Ertan Tuzlacı "Bodrum'da Bitkiler ve Yaşam"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder